7 Haziran 2011 Salı

Kıymayın Kıyı Çocuklarına

                                                        Golibicekler çocuklarıdır Karadeniz’in



Her kıyı çocuğu gibi doğduğumda gözlerimi denize açtım. Ve o zamandan bu zamana ne zaman Bolaman’da olsam, uyanır uyanmaz soluğu denizin kenarında alırım. Tıpkı diğer kıyı çocukları gibi… Kıyı çocuğu ne yapar? Yatağından kalkar ve doğruca kendini kıyıya atar. İlk işi dalgalı mı yoksa dingin mi diye denize bakar. Kıyıda çekili tembel kayıklara bakar. Genel bir yoklama yapar. Kim denize açılmış kim kalmış? Olmadı bir çakıltaşı alır ve fırlatır denize. Bolamanlı çocuk bir şeyi fazladan yapar. Hani şimdilerde kibarlık olsun diye ona ”Toklu Taş” diyorlar ya… Yüzyıllardır “Boklu Taş” denilen, benim “Bolaman’ın yüzündeki güzellik beni” dediğim küçük ada’yı yerinde mi diye kontrol eder. En azından ben her seferinde öyle yapardım. Çocuk denize bakar… Deniz çocuğa… Bu kıyı çocukları ile deniz arasında adı konulmayan bir ilişkidir. Bu ilişkiyi her kıyı çocuğu yaşar. Aralarına hiç kimse giremez.

1988 yılının güneşli bir mayıs ayı sabahı yine gözlerimi açar açmaz kendimi deniz kenarına attım. Ama o sabah etrafta bir gariplik vardı. Fazla sessizdi ortalık. Deniz kenarına gittiğimde gözlerimi kumsaldan alamadım. Ve gördüklerimin gerçek olup olmadığını anlamak için bir kez daha ellerimi yumruk yaparak gözlerimi ovuşturdum. Ama gördüğüm korkunç görüntü gözlerimden gitmiyordu. Tüm kıyı alabildiğine golibicek (Karabatak) ölüleriyle doluydu. Benden önce gelen birkaç arkadaşım ki onlarda kıyı çocuklarıydılar ve benim gibi kıyıya çakılmış taş gibi duruyorlardı. Sözlerimiz bitmişti. Arkadaşlarımla bakışarak birbirimizle dolu gözlerimizle konuşuyorduk. Sözleri bitmişti denizin. Bundandı etrafın sessizliği. Çünkü deniz susmuştu. Dalgalar ölü karabatakları kıyıya atmış ve sonrasında dalgalar durmuştu. Ben dalgaları denizin sözleri olarak düşünürüm hep. Ve Karadeniz’in hep çok sözü olmuştur kıyıya… Ama bu sefer Karadeniz susmuştu. Karadeniz derin… Derin sessizlik… Deniz ile çocuk arasına bir başkası girmişti.

Sonrasında resmi birkaç görevli geldi. İncelemeler yaptılar. İnceleme derken, ellerini sürmeden “ne zaman oldu? Sıra dışı bir şeye rastladınız mı? Gece etrafta denize bir şey döken yabancı kimseler gördünüz mü?” Gibilerinden birkaç soru sorup nerdeyse olayı örgüte bağlayacaklardı. Resmi görevlilerden bir tanesinin golibicek ölülerini bırakıp gözleriyle arkadaşlarımla beni incelediğini fark ettik. Sanırım oradakiler içinde örgüt oluşturacak potansiyele sahip olarak biz görünüyorduk.” Siz buralı mısınız?” diye sordu merakını daha saklayamadan.”Buralıyız” dedik bir ağızdan. Olay bir anda örgüt soruşturmasına döndü. “Okuyor musunuz?” “ öğrenci misiniz?” gibi bir tür ayaküstü siyasi sorgulama ile karşı karşıyaydık. Biz hiç beklemediğimiz bu ani sorgulamayla kekelemeye başladığımızda imdadımıza o zaman ki karakol komutanı yetişti. Komutan resmi görevlilerin geldiğini duyunca o da kıyıya gelmiş. Görevlinin bize sorduğu soruları duymuş.”Onlar buranın çocukları” diyerek, bizi “ uslu çocuklar sınıfına “kaydetmişti. Buraya kadar olayın trajikomik tarafı… Asıl trajik tarafı ise sonrası idi.

Bu olaydan sonra birkaç gün sonra Bolaman olsun diğer kıyılarda olsun bir takım variller görülmeye başladı. Üzerlerinde kocaman “R” harfi vardı. Görevliler gene iş başındaydı.”R” ile başlayan örgüt aradılar mı bilmiyorum. Ama gerçek sonra çıktı. Karabatakların ölüm nedeni kıyıya vuran zehirli varillerden başkası değildi elbet. Variller atık ticareti yapan İtalyan kökenli 2 aracı şirketin yakılacağı veya gömüleceği iddiası ile Romanya'ya gönderdiği toksit atık dolu varillerdi. Sulina Limanı'nda bir süre depolandıktan sonra 1988 yılında gemilerle taşınarak Karadeniz'e boşaltılması ile başlayan serüven, aradan geçen zaman içinde sadece Türk kamuoyu açısından değil, İtalya ve Romanya kamuoyunda da yıllarca tartışıldı.”R” harfi de İtalyancada atık anlamına gelen “'rifiuti” kelimesinin baş harfi idi. Tüm bu tartışmalardan bir sonuç çıkmadı.Buraya kadar zehirli varillerin Bolaman’a olan etkisini de trajikomik bir şekilde anlatmış oldum.

Bu işin İtalyan bandıralı geminin işi olduğu ortaya çıktıktan sonra kimseye söylemin; Bolaman’da küçük bir örgüt’ün varlığına şahit oldum. Ama onlar hakkında kimseye bir şey söylemeyeceğim. Kim oldukları onlarla benim aramda kalacak. Gördüklerim aynen şöyleydi. Yaşları 5 ile 7 yaşlarında beş altı kıyı çocuğunun ki bunlar mahallemizin çocukları idiler. Ellerinde kuş lastiği (sapan) ile şu bizim “boklu taş”ın karşısındaki kayalıklarda siper almışlardı. Ben de onları uzaktan görüp yanlarına giderek ”Çocuklar golibicek mi taşlayacaksınız? Onların hepsi öldüler” dediğimde, içlerinden biraz daha iri olanı “ Fatin abi biliyoruz. Hiç karabatak öldürür müyüz? Biz karabatakları öldüren gemiyi bekliyoruz burada. Onu taşlayacağız” dedi. Mahallemizin küçük çocuğunun bu sözlerinden sonra bende söz bitmişti. Çocuğun tişörtünün üzerinde bir Amerikan Kolejinin adının baş harfini simgeleyen kocaman “R” harfini gördüğümde ise çocukların şaşkın bakışları arasında kendi kendime kahkahalar atarak geri dönüp yürümeye başladım.

“Boklu Taş”  yerinde duruyordu.Ve Bolaman’ı izliyordu tıpkı yüzyıllardır olduğu gibi…


1 Haziran 2011 Çarşamba

Foklar Yoklar


Birkaç kuruş için

Acımasızca vurulan

Yunusların gözyaşlarında

Ve yunuslarını kaybetmenin hüznüyle

Ağlayan denizi gördüm



Karadeniz’de hiç balina gördük mü? Birçoğumuz “evet “ diyecek.”Gördük” hatta ona yerli bir ad bile verdik;”Aydın”. “Balina Aydın” Karadeniz’in doğal şartlarında yaşayan bir balina değildi. O Rusya’daki havuzundan kaçmış bir sirk balinası idi. “Aydın” ı biliyoruz da  “Porfirus” adını hiç duyduk mu? Duymadık değil mi? “Porfirus” Bizans İmparatorluğu erken dönem tarihçilerinden Prokopios’un Karadeniz’i anlattığı yazılarda geçen ve 6.yüzyılda Karadeniz’deki gemileri taciz eden balinanın adıdır. Bu balinanın sonu da yine insanların elinden olmuştur. Balina sığ suda karaya oturunca insanlar ellerinde baltalarla koşarlar. Balinayı orada parçalarlar. Bu anlattığım havuzundan kaçan “Aydın”dan hariç Karadeniz’de yaşadığı bilinen tek balinanın hikâyesidir. Balinalardan bahsederken bir balina dalışı yapıp başka bir deniz canlısına bakalım. Foklar, Fok Balıkları ya da biz de söylendiği gibi “Ayı Balığı”

Balinalar için sorduğum soruyu foklar için sorayım. Karadeniz’de fok balığı gördük mü? Yine hep bir ağızdan “evet” diyeceğiz. Evet, bir zamanlar Karadeniz’de bolca fok balığı vardı. Ama şimdi bir elin parmakları kadar bile yoklar. Olanlar belki de yine Rusya’dan kaçmışlardır kim bilir? Ama bildiğimiz fok balıklarının kıyılarımızda yaşadığını iyi biliyoruz. Bolaman kıyılarında da fok balıkları yaşarmış. Yaşarmış diyorum çünkü artık yaşamıyorlar. Yaşadığını kasabamızın yaşlı insanlarının anlattıklarından ve kıyılarımızdaki yerlere verilen adlardan biliyoruz. Neresi mi? Bolaman ile Yalıköy arasını kıyıdan bilenler, onlarca büyük küçük mağaranın deniz ile dudak dudağa öpüştüğünü gayet iyi bilirler. İşte o mağaraların özellikle “İnyanı” bölgesindeki mağaraların bazılarının adlarının fok mağaraları bazılarının da “Ayı ini” (bildiğimiz ayı ile karıştırılır. Oysa yörede foka “Ayı Balığı” denildiğinden ayı ini denilmektedir.) denildiğini kaçımız biliyoruz? Bu fok mağaraları, fok kayalıkları adlarına Karadeniz kıyısındaki hemen hemen tüm yerleşim bölgelerinde rastlarız. İlk aklıma gelen Ünye Çamlık bölgesinde bulunan “Fok Kayalıkları”.

Foklar insanlara zarar vermezler. Oldukça da sevimli hayvanlardır. Onlar bu mağaralarda çiftleşip ürerler. Bir zamanlar bulundukları kasabalılarla beraber o kıyıların sahipleriydiler. Denizdeki her şey eşit paylaşılırdı. Herkes hakkını alır ve aldığına razı olurdu. Teknoloji gelişmeye, insanlar kalabalıklaşmaya başlayınca insanlarda az ile yetinmeyip çok istemeye başlayınca denge tek taraflı olarak değişmeye başladı. Balıkçılar daha önce şikâyet etmedikleri şeylerden şikâyet etmeye başladılar. Fokların balıkçıların ağlarına saldırıp oradaki balıkları yiyorlardı. Tabi ki ağları da parçalıyorlardı. Koca Karadeniz yetmemeye başladı. Foklar bu avlanma sırasında kendileri de av oldular. Sonrası malum hikâye… İnsanların yokluktan fok derisinden çarık yapmış olmaları bir zamanlar yokluğun ne boyutlarda olduğuna dair bize ipuçları verir.  Ben Bolaman kıyılarında fok balığı gördüm. Sanırım 1984-1985 yıllarıydı. Hem de eski mekânları İnyanı civarında. Üç taneydiler. Mutlaka onları başkaları da görmüşlerdir. Çünkü onlar epey bir zaman Bolaman kıyılarında görüldüler. Sonra geldikleri gibi sessizce kayboldular. Sonlarını hepimiz tahmin edebiliyoruz. Karadeniz’de 1993-1997 yılları arasında yapılan araştırmalarda fokların en çok görüldükleri yerler olan Cide, Doğanyurt ve Sinop kıyılarında artık görünmediği tespit edilmiştir. Fokların bu kıyılarda artık yaşamadığının sonucuna bu dört yılda balıkçıların ağlarında hiç fok yırtığına rastlanmadığından dolayı varılması ise  acı ve ironik durumdur.



Gelelim hepimizin bildiği yunuslara. Balina ve foklar için aynı soruyu sormayacağım. Yunusların sayıları gün gittikçe azalsa da sularımızda görülmektedirler. Bilinen üç tür yunus kuyruklarını sallar Karadeniz’de. Afalina, Mutur, Tırtak (Dırtak da derler) Afalina bunların en büyüğüdür. Mutur kısa burunlu olanıdır. Tırtak’da bilinen yunus’tur. Küçüklüğümde arkadaşım Turgay’ın Afalina’yı görüpte anlatışı hala kulaklarımda hoş bir sedadır. Ağzı dolu dolu “Affarina bir atladı” deyişi vardı ki. Biz çocuklar sanki o an bizde denizde kayıkta onla beraberdik. Küçüklüğümde çok çizgi roman okuyuşumdan mı nedir bilmiyorum? Ama o yıllarda Herman Melville’nin “Mobydick” adlı kitabını yeni okuduğumu hatırlıyorum. Balıkçılarla beraber yunus avına gitmeyi severdim. Şimdi düşünüyorum da resmen katliama gidiyormuşuz. Ve o katliamlara gönüllü tanık olmuşum. Motorlu kayıklarla ava çıkardık. Yunuslar bildiğiniz gibi doğaları gereği insanlardan kaçmaz ve kayıklara eşlik ederler. Siz kayıkla yavaş giderken onlar bir yerlerden çıkarlar ve size yaklaşıp eşlik etmek isterler.İşte avcı dediğimiz balıkçılar bu dostane yaklaşıma elinde balığa karşı nişan aldığı mavzer ile yanıt verir.Vurulan yunus denizin dibine kaçmadan yaklaşılır ve uzun kanca ile yaralı veya ölmüş hayvanın postuna geçirilerek kayığın içine alınır.Sonrasında ne olur? Sonrasında kıyıda postu dikkatlice çıkarılır. Postu oldukça yağlıdır. Postlar bir bedel karşılığı satılır. Kalan kısım ya kıyıda çürümeye bırakılır ya da fındık ocaklarının dibine gübre olarak atılır. Satılan postlar ise yağhanelerde büyük kazanlarda ateşlerde kaynatılır ve eritilerek, ilaç ve sanayi de kullanılır. Ki Bolaman’da “Yağyakacak” adı verilen plaj da adını eskiden burada yunus balığı postlarının kaynatılıp yağ haline getirildiği yer olmasından aldığını, yakın tarihe kadar da Yalıköy’de “Eski Tavla Ağzı” denilen plaja giden yolun başında bir yağhane olduğunu anmadan yazımıza devam etmeyelim. Buraya kadar aslında çoğumuzun bildiği ve tanık olduğu şeyleri anlattım. Bazı insanlar yunusların denizdeki balıkları yediğinden ve denizde balık olmadığı için balıkçıların zor durumda kaldıklarından dem vuracaklardır. Onlara yanıtım şöyle; yunuslar denizlerde yeni mi çıktı? Yüz yıllardır balıklar yetiyordu da şimdi mi yetmiyor. Yetmiyor, çünkü işin ucunda “aç gözlülük” var. Azla yetinmemek var. Hep daha fazla, daha fazla var. İnsan kendine yeteni kadar avlansaydı doğanın dengesi zaten bozulmazdı. Her şeyi kaybediyoruz. Ey arkadaş, değerlerimiz tek tek elden gidiyor aç gözlü değil açıkgözlü olalım yeter.

Porfirus’u gördüklerinde insanlar ne yapmış elinde baltalarla ona koşmuş. Aydın’ı görünce ne yaptı insanlar ellerinde fotoğraf makineleriyle koştu. Karadeniz’de bilinçsiz avlanma nedeniyle hem balıklar hem de yunuslarda azaldı. Artık insanlar yunus gördüklerinde de ellerinde fotoğraf makinesiyle koşuyorlar. Foklar mı? İnsanlar ellerinde fotoğraf makineleriyle kıyıda onları bekleyecekler. Foklar… Onlar artık yoklar.