7 Haziran 2011 Salı

Kıymayın Kıyı Çocuklarına

                                                        Golibicekler çocuklarıdır Karadeniz’in



Her kıyı çocuğu gibi doğduğumda gözlerimi denize açtım. Ve o zamandan bu zamana ne zaman Bolaman’da olsam, uyanır uyanmaz soluğu denizin kenarında alırım. Tıpkı diğer kıyı çocukları gibi… Kıyı çocuğu ne yapar? Yatağından kalkar ve doğruca kendini kıyıya atar. İlk işi dalgalı mı yoksa dingin mi diye denize bakar. Kıyıda çekili tembel kayıklara bakar. Genel bir yoklama yapar. Kim denize açılmış kim kalmış? Olmadı bir çakıltaşı alır ve fırlatır denize. Bolamanlı çocuk bir şeyi fazladan yapar. Hani şimdilerde kibarlık olsun diye ona ”Toklu Taş” diyorlar ya… Yüzyıllardır “Boklu Taş” denilen, benim “Bolaman’ın yüzündeki güzellik beni” dediğim küçük ada’yı yerinde mi diye kontrol eder. En azından ben her seferinde öyle yapardım. Çocuk denize bakar… Deniz çocuğa… Bu kıyı çocukları ile deniz arasında adı konulmayan bir ilişkidir. Bu ilişkiyi her kıyı çocuğu yaşar. Aralarına hiç kimse giremez.

1988 yılının güneşli bir mayıs ayı sabahı yine gözlerimi açar açmaz kendimi deniz kenarına attım. Ama o sabah etrafta bir gariplik vardı. Fazla sessizdi ortalık. Deniz kenarına gittiğimde gözlerimi kumsaldan alamadım. Ve gördüklerimin gerçek olup olmadığını anlamak için bir kez daha ellerimi yumruk yaparak gözlerimi ovuşturdum. Ama gördüğüm korkunç görüntü gözlerimden gitmiyordu. Tüm kıyı alabildiğine golibicek (Karabatak) ölüleriyle doluydu. Benden önce gelen birkaç arkadaşım ki onlarda kıyı çocuklarıydılar ve benim gibi kıyıya çakılmış taş gibi duruyorlardı. Sözlerimiz bitmişti. Arkadaşlarımla bakışarak birbirimizle dolu gözlerimizle konuşuyorduk. Sözleri bitmişti denizin. Bundandı etrafın sessizliği. Çünkü deniz susmuştu. Dalgalar ölü karabatakları kıyıya atmış ve sonrasında dalgalar durmuştu. Ben dalgaları denizin sözleri olarak düşünürüm hep. Ve Karadeniz’in hep çok sözü olmuştur kıyıya… Ama bu sefer Karadeniz susmuştu. Karadeniz derin… Derin sessizlik… Deniz ile çocuk arasına bir başkası girmişti.

Sonrasında resmi birkaç görevli geldi. İncelemeler yaptılar. İnceleme derken, ellerini sürmeden “ne zaman oldu? Sıra dışı bir şeye rastladınız mı? Gece etrafta denize bir şey döken yabancı kimseler gördünüz mü?” Gibilerinden birkaç soru sorup nerdeyse olayı örgüte bağlayacaklardı. Resmi görevlilerden bir tanesinin golibicek ölülerini bırakıp gözleriyle arkadaşlarımla beni incelediğini fark ettik. Sanırım oradakiler içinde örgüt oluşturacak potansiyele sahip olarak biz görünüyorduk.” Siz buralı mısınız?” diye sordu merakını daha saklayamadan.”Buralıyız” dedik bir ağızdan. Olay bir anda örgüt soruşturmasına döndü. “Okuyor musunuz?” “ öğrenci misiniz?” gibi bir tür ayaküstü siyasi sorgulama ile karşı karşıyaydık. Biz hiç beklemediğimiz bu ani sorgulamayla kekelemeye başladığımızda imdadımıza o zaman ki karakol komutanı yetişti. Komutan resmi görevlilerin geldiğini duyunca o da kıyıya gelmiş. Görevlinin bize sorduğu soruları duymuş.”Onlar buranın çocukları” diyerek, bizi “ uslu çocuklar sınıfına “kaydetmişti. Buraya kadar olayın trajikomik tarafı… Asıl trajik tarafı ise sonrası idi.

Bu olaydan sonra birkaç gün sonra Bolaman olsun diğer kıyılarda olsun bir takım variller görülmeye başladı. Üzerlerinde kocaman “R” harfi vardı. Görevliler gene iş başındaydı.”R” ile başlayan örgüt aradılar mı bilmiyorum. Ama gerçek sonra çıktı. Karabatakların ölüm nedeni kıyıya vuran zehirli varillerden başkası değildi elbet. Variller atık ticareti yapan İtalyan kökenli 2 aracı şirketin yakılacağı veya gömüleceği iddiası ile Romanya'ya gönderdiği toksit atık dolu varillerdi. Sulina Limanı'nda bir süre depolandıktan sonra 1988 yılında gemilerle taşınarak Karadeniz'e boşaltılması ile başlayan serüven, aradan geçen zaman içinde sadece Türk kamuoyu açısından değil, İtalya ve Romanya kamuoyunda da yıllarca tartışıldı.”R” harfi de İtalyancada atık anlamına gelen “'rifiuti” kelimesinin baş harfi idi. Tüm bu tartışmalardan bir sonuç çıkmadı.Buraya kadar zehirli varillerin Bolaman’a olan etkisini de trajikomik bir şekilde anlatmış oldum.

Bu işin İtalyan bandıralı geminin işi olduğu ortaya çıktıktan sonra kimseye söylemin; Bolaman’da küçük bir örgüt’ün varlığına şahit oldum. Ama onlar hakkında kimseye bir şey söylemeyeceğim. Kim oldukları onlarla benim aramda kalacak. Gördüklerim aynen şöyleydi. Yaşları 5 ile 7 yaşlarında beş altı kıyı çocuğunun ki bunlar mahallemizin çocukları idiler. Ellerinde kuş lastiği (sapan) ile şu bizim “boklu taş”ın karşısındaki kayalıklarda siper almışlardı. Ben de onları uzaktan görüp yanlarına giderek ”Çocuklar golibicek mi taşlayacaksınız? Onların hepsi öldüler” dediğimde, içlerinden biraz daha iri olanı “ Fatin abi biliyoruz. Hiç karabatak öldürür müyüz? Biz karabatakları öldüren gemiyi bekliyoruz burada. Onu taşlayacağız” dedi. Mahallemizin küçük çocuğunun bu sözlerinden sonra bende söz bitmişti. Çocuğun tişörtünün üzerinde bir Amerikan Kolejinin adının baş harfini simgeleyen kocaman “R” harfini gördüğümde ise çocukların şaşkın bakışları arasında kendi kendime kahkahalar atarak geri dönüp yürümeye başladım.

“Boklu Taş”  yerinde duruyordu.Ve Bolaman’ı izliyordu tıpkı yüzyıllardır olduğu gibi…


1 Haziran 2011 Çarşamba

Foklar Yoklar


Birkaç kuruş için

Acımasızca vurulan

Yunusların gözyaşlarında

Ve yunuslarını kaybetmenin hüznüyle

Ağlayan denizi gördüm



Karadeniz’de hiç balina gördük mü? Birçoğumuz “evet “ diyecek.”Gördük” hatta ona yerli bir ad bile verdik;”Aydın”. “Balina Aydın” Karadeniz’in doğal şartlarında yaşayan bir balina değildi. O Rusya’daki havuzundan kaçmış bir sirk balinası idi. “Aydın” ı biliyoruz da  “Porfirus” adını hiç duyduk mu? Duymadık değil mi? “Porfirus” Bizans İmparatorluğu erken dönem tarihçilerinden Prokopios’un Karadeniz’i anlattığı yazılarda geçen ve 6.yüzyılda Karadeniz’deki gemileri taciz eden balinanın adıdır. Bu balinanın sonu da yine insanların elinden olmuştur. Balina sığ suda karaya oturunca insanlar ellerinde baltalarla koşarlar. Balinayı orada parçalarlar. Bu anlattığım havuzundan kaçan “Aydın”dan hariç Karadeniz’de yaşadığı bilinen tek balinanın hikâyesidir. Balinalardan bahsederken bir balina dalışı yapıp başka bir deniz canlısına bakalım. Foklar, Fok Balıkları ya da biz de söylendiği gibi “Ayı Balığı”

Balinalar için sorduğum soruyu foklar için sorayım. Karadeniz’de fok balığı gördük mü? Yine hep bir ağızdan “evet” diyeceğiz. Evet, bir zamanlar Karadeniz’de bolca fok balığı vardı. Ama şimdi bir elin parmakları kadar bile yoklar. Olanlar belki de yine Rusya’dan kaçmışlardır kim bilir? Ama bildiğimiz fok balıklarının kıyılarımızda yaşadığını iyi biliyoruz. Bolaman kıyılarında da fok balıkları yaşarmış. Yaşarmış diyorum çünkü artık yaşamıyorlar. Yaşadığını kasabamızın yaşlı insanlarının anlattıklarından ve kıyılarımızdaki yerlere verilen adlardan biliyoruz. Neresi mi? Bolaman ile Yalıköy arasını kıyıdan bilenler, onlarca büyük küçük mağaranın deniz ile dudak dudağa öpüştüğünü gayet iyi bilirler. İşte o mağaraların özellikle “İnyanı” bölgesindeki mağaraların bazılarının adlarının fok mağaraları bazılarının da “Ayı ini” (bildiğimiz ayı ile karıştırılır. Oysa yörede foka “Ayı Balığı” denildiğinden ayı ini denilmektedir.) denildiğini kaçımız biliyoruz? Bu fok mağaraları, fok kayalıkları adlarına Karadeniz kıyısındaki hemen hemen tüm yerleşim bölgelerinde rastlarız. İlk aklıma gelen Ünye Çamlık bölgesinde bulunan “Fok Kayalıkları”.

Foklar insanlara zarar vermezler. Oldukça da sevimli hayvanlardır. Onlar bu mağaralarda çiftleşip ürerler. Bir zamanlar bulundukları kasabalılarla beraber o kıyıların sahipleriydiler. Denizdeki her şey eşit paylaşılırdı. Herkes hakkını alır ve aldığına razı olurdu. Teknoloji gelişmeye, insanlar kalabalıklaşmaya başlayınca insanlarda az ile yetinmeyip çok istemeye başlayınca denge tek taraflı olarak değişmeye başladı. Balıkçılar daha önce şikâyet etmedikleri şeylerden şikâyet etmeye başladılar. Fokların balıkçıların ağlarına saldırıp oradaki balıkları yiyorlardı. Tabi ki ağları da parçalıyorlardı. Koca Karadeniz yetmemeye başladı. Foklar bu avlanma sırasında kendileri de av oldular. Sonrası malum hikâye… İnsanların yokluktan fok derisinden çarık yapmış olmaları bir zamanlar yokluğun ne boyutlarda olduğuna dair bize ipuçları verir.  Ben Bolaman kıyılarında fok balığı gördüm. Sanırım 1984-1985 yıllarıydı. Hem de eski mekânları İnyanı civarında. Üç taneydiler. Mutlaka onları başkaları da görmüşlerdir. Çünkü onlar epey bir zaman Bolaman kıyılarında görüldüler. Sonra geldikleri gibi sessizce kayboldular. Sonlarını hepimiz tahmin edebiliyoruz. Karadeniz’de 1993-1997 yılları arasında yapılan araştırmalarda fokların en çok görüldükleri yerler olan Cide, Doğanyurt ve Sinop kıyılarında artık görünmediği tespit edilmiştir. Fokların bu kıyılarda artık yaşamadığının sonucuna bu dört yılda balıkçıların ağlarında hiç fok yırtığına rastlanmadığından dolayı varılması ise  acı ve ironik durumdur.



Gelelim hepimizin bildiği yunuslara. Balina ve foklar için aynı soruyu sormayacağım. Yunusların sayıları gün gittikçe azalsa da sularımızda görülmektedirler. Bilinen üç tür yunus kuyruklarını sallar Karadeniz’de. Afalina, Mutur, Tırtak (Dırtak da derler) Afalina bunların en büyüğüdür. Mutur kısa burunlu olanıdır. Tırtak’da bilinen yunus’tur. Küçüklüğümde arkadaşım Turgay’ın Afalina’yı görüpte anlatışı hala kulaklarımda hoş bir sedadır. Ağzı dolu dolu “Affarina bir atladı” deyişi vardı ki. Biz çocuklar sanki o an bizde denizde kayıkta onla beraberdik. Küçüklüğümde çok çizgi roman okuyuşumdan mı nedir bilmiyorum? Ama o yıllarda Herman Melville’nin “Mobydick” adlı kitabını yeni okuduğumu hatırlıyorum. Balıkçılarla beraber yunus avına gitmeyi severdim. Şimdi düşünüyorum da resmen katliama gidiyormuşuz. Ve o katliamlara gönüllü tanık olmuşum. Motorlu kayıklarla ava çıkardık. Yunuslar bildiğiniz gibi doğaları gereği insanlardan kaçmaz ve kayıklara eşlik ederler. Siz kayıkla yavaş giderken onlar bir yerlerden çıkarlar ve size yaklaşıp eşlik etmek isterler.İşte avcı dediğimiz balıkçılar bu dostane yaklaşıma elinde balığa karşı nişan aldığı mavzer ile yanıt verir.Vurulan yunus denizin dibine kaçmadan yaklaşılır ve uzun kanca ile yaralı veya ölmüş hayvanın postuna geçirilerek kayığın içine alınır.Sonrasında ne olur? Sonrasında kıyıda postu dikkatlice çıkarılır. Postu oldukça yağlıdır. Postlar bir bedel karşılığı satılır. Kalan kısım ya kıyıda çürümeye bırakılır ya da fındık ocaklarının dibine gübre olarak atılır. Satılan postlar ise yağhanelerde büyük kazanlarda ateşlerde kaynatılır ve eritilerek, ilaç ve sanayi de kullanılır. Ki Bolaman’da “Yağyakacak” adı verilen plaj da adını eskiden burada yunus balığı postlarının kaynatılıp yağ haline getirildiği yer olmasından aldığını, yakın tarihe kadar da Yalıköy’de “Eski Tavla Ağzı” denilen plaja giden yolun başında bir yağhane olduğunu anmadan yazımıza devam etmeyelim. Buraya kadar aslında çoğumuzun bildiği ve tanık olduğu şeyleri anlattım. Bazı insanlar yunusların denizdeki balıkları yediğinden ve denizde balık olmadığı için balıkçıların zor durumda kaldıklarından dem vuracaklardır. Onlara yanıtım şöyle; yunuslar denizlerde yeni mi çıktı? Yüz yıllardır balıklar yetiyordu da şimdi mi yetmiyor. Yetmiyor, çünkü işin ucunda “aç gözlülük” var. Azla yetinmemek var. Hep daha fazla, daha fazla var. İnsan kendine yeteni kadar avlansaydı doğanın dengesi zaten bozulmazdı. Her şeyi kaybediyoruz. Ey arkadaş, değerlerimiz tek tek elden gidiyor aç gözlü değil açıkgözlü olalım yeter.

Porfirus’u gördüklerinde insanlar ne yapmış elinde baltalarla ona koşmuş. Aydın’ı görünce ne yaptı insanlar ellerinde fotoğraf makineleriyle koştu. Karadeniz’de bilinçsiz avlanma nedeniyle hem balıklar hem de yunuslarda azaldı. Artık insanlar yunus gördüklerinde de ellerinde fotoğraf makinesiyle koşuyorlar. Foklar mı? İnsanlar ellerinde fotoğraf makineleriyle kıyıda onları bekleyecekler. Foklar… Onlar artık yoklar.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Bolaman’ın sessiz sesi ; Bolaman Lisesi

Bolaman’ın  sessiz sesi ; Bolaman Lisesi

Bolamanlı çocuk, evdeki fotoğraf albümünü karıştırırken karenin içinde kendisinin de olduğu bir fotoğrafla karşılaştı. Fotoğrafta daha küçük haliyle Argun Bey amcasının kucağında, etrafında tanıdık yüz olarak ta Orhan Bey Amcası ve Tahsin Dayısı vardı. Etrafta da hiç tanımadığı yüzleri gördü. Minik parmaklarını fotoğrafta, yanaklarına vantuz yaparak caaap… diye öpmekte olan adamın üzerine getirerek;”Bu amca kim?”Bu amca beni niye öpüyor?” diye sorularını peşpeşe sıraladı. Okumayı bilse fotoğrafın arkasına bakıp bütün sorularının yanıtını alacaktı.
Takvim yaprakları 11 Ağustos 1967’yi gösteriyordu. Bolamanlıları bir telaş almış gidiyordu. O gün fındık toplama işlerine ara vermişler, Bolaman’a gelecek olan devlet büyüğünü karşılayacaklardı. Gelecek olan devlet büyüğü ağustosun o sıcak cuma gününde bu küçük kasabaya “hayırlı bir iş” diye tanımladığı temel atma töreni için geliyordu. Kasabadaki tüm bu hazırlıkların ve telaşında nedeni bu idi. Devlet büyüğü Bolaman’a gelmiş, halkı “şapkasıyla” selamlamış, “Hayırlı işi” de yerine getirmişti. Ardından da başka “Hayırlı İşler” için bir sonraki durağa doğru yola koyulmuştu. İşte küçük Bolamanlı çocuğun baktığı fotoğraf o güne ait bir fotoğraftır. Bu çocuğu ve devlet büyüğümüzün kim olduğunu da tahmin etmişsinizdir! ”Bundan bize ne” dediğinizi duyuyorum. Yazıyı okumayı sürdürürseniz konunun nereye geldiğini göreceksiniz. İlgilendiriyor, ilgilendiriyor hepimizi ilgilendiriyor!
O günkü temel atma töreni Bolaman’a ortaokul yapmak içindir. Bazı kaynaklar bu tarihi hem 1966 olarak verir, hem de hastane temeli atmak için olduğunu söylese de  elimdeki fotoğraf 11 ağustos 1967 tarihli ve Bolaman Ortaokulu’nun temel atma töreni diye yazıyor.Bundan iyi delil olmasa gerek.Eğer bu söylentinin ispatı varsa,elbette bizde o doğruyu kabul ederiz. Temeli atılacak olan ortaokul’un arsası Hazinedar ailesi tarafından hibe edilmişti.Ki verilen arsadaki „Büyük Konak” ya da „Ali Bey Konağı” adıyla da anılan konak o gün yıkılmasaydı,bugün tarihi değerlerimiz arasında belki de en kıymetli eserlerimizin başında gelecekti.Söylenceye göre „Büyük Konak” ta 100 adet pencere varmış.Birileri İstanbul’a bu konağın 100 pencereli olduğunu şikayet etmiş.Güya padişahın konaklarında da 100 pencere varmış.”Vay ...Padişahın konağıyla aynı sayıda pencere olurmu” denmiş, Büyük Konağın üç penceresi kapatılmış.Olmuş „Dokdanyedipencereli Konak” .Hoş, bu konak günümüze kalsaydı,belki de günümüzde Kültür Bakanlığı tarafından restorasyonu yapılıp „restoran” yapılırdı kimbilir!
        11 Ağustos 1967’de temeli atılan bu okul, orataokul olarak faaliyete başlamış.1977 yılında da „Lise” yapılmıştır.Ortaokul iken ilk müdür,Sait Ak’tır sonraki müdürler Güngör Bey,Hasan Çebi,Mehmet Odabaşı... öğretmenlerden hatırladığım Mehmet Sayıcı,Turan Hoca,Ali Yeniçeri,Baki Hoca,Şakir Güley, Bülent Cigalı,Kumru Sezgin,Lemi Baykal,Mustafa Özen,Saffet Hoca,Muhdi Hoca,İsmet Çamaş,Tahsin Serdar (Gönül ve Ender Hocayı yazmıyorum torpil olmasın.unuttuklarım için özür dilerim!) Bu güzel ve renkli insanlar Bolaman halkıyla bütünleşmiş,birer Bolamanlı olmuşlar.Bugün yaşayan büyüklerimizin ve öğrencilerinin o kişileri unutması mümkün değildir! Çünkü yaşamlarının kilometre taşlarından biri de bu okuldur.Bu okulda okuyan özellikle biz Bolamanlı çocuklar,okulun her deliğini her taşını her penceresini ezbere biliriz.Çünkü sadece bu okulu bir öğrenci gözünden değil, aynı zamanda bizim için oyun alanı idi.Bir de bu okul da görev yapan öğretmenlerin çocukları da işin içinde olunca tam bir panayır alanı!
Şimdiye kadar okulun fiziki durumu, inşaası ile ilgili kısa hikayeler anlattık.Asıl anlatılması gerekenler yolu buradan geçen insanların hikayeleri.Bu okul  o kadar çok anı barındırıyor ki bunların birer birer zihnimizin tozlu sandığından çıkarılması ve de paylaşılması lazım.Daha önceki yazılarımdada belirttiğim gibi her şey paylaşınca güzel... (her yerde her şeyde,hep beraber,yarin gonca yanağından gayrı.  Nazım Hikmet)
        Bu yazımın konusu anlaşılacağı üzere „Bolaman Lisesi”.Öncelikle Bolaman Lisesi’benim için ne kadar önemli ise biliyorum ki bu sıralarda oturan,okuyan her kişi içinde o kadar önemlidir.Niye olmasın ki ; önemli,en güzel arkadaşlıkları burada kurduk, önemli bu binanın her santimetresinde bir anımız var.Önemli, meslek seçimlerimizin ilk temellleri buradaki öğretmenlerimiz tarafından attıldı.Önemli, ilk burada aşık olduk.(En azından kendim için böyle!) Elindekinin değerini bilememek insanoğlunun bildiği halde sürekli olarak tekrarladığı zaaflarından biridir.Sonrasında pişmanlıklar boşu boşuna hayıflanmalar.Değer bilinmemişlik ,eldekiler de  kayıp gitmiştir.Keşkeler ardı ardına.Ama nafile,giden geri gelmiyor.Buradan el alarak Bolaman Lisesi, Bolaman için neden önemli onları da var siz düşünün.
Ey!Bolamanlı bilmelisinki orası taş bir binadan ibaret değildir.İçinde her sabah heyecanla atan onlarca minik kalp var.Bir şeyler yapmak isteyen gencecik öğretmenlerimiz,idealist öğretmenlerimiz var.Kendi evlerini bırakıp Bolamanımıza gelmişler,sırf idealleri uğruna ,çocuklarımız uğruna.Bu öğretmenlerimizin elinden tutmalıyız.Çünkü hepsi Bolaman’a ,Bolamanlı çocuklara bir şeyler vermek istiyorlar,tıpkı bundan öncekiler gibi...Biz de elimizi taşın altına sokalım.”Neler yapabiliriz?” diye soralım.         Ey!Bolamanlı,ya da Bolaman lisesi mezunları,en son ne zaman gittiniz okulunuza? Oturduğunuz  sıralara yıllar sonra tekrar baktınız mı? Oturun, eski günlerinizi hayal edin.Yılda bir kez de olsa bir uğrayın okulunuza.Durumu iyi olan mezun arkadaşlar .Hiç sordunuz mu „Bir eksiğiniz var mı?”Ne yapabiliriz?”diye.Hadi bunları bırakın „Nasılsınız öğretmenim?” dediniz mi.. Merak etmeyin ben de sormadım!
        Buraya kadar yazdıklarım bizi şu noktaya getiriyor.Başka liselerin,başka okulların yaptıklarına özenmeye gerek yok.Bolaman Lisesi mezunlarının ve Bolamanlıların biraraya gelme vakti gelmiştir.
                 Diyorum ki ilk iş şu okul’un kaç penceresi var hep beraber sayalım.(Ben küçükken saymıştım ona göre).İlk böyle başlayalım okulla barışmaya.Haaa kırık pencere varsa onlarıda saymayı unutmayalım!..

13 Ocak 2011 Perşembe

Kırmızı Plastik Top

           
Sizin hiç topunuz denize kaçtı mı? Benim kaçtı. Bizim kaçtı. Hem de sayamadığım/sayamadığımız kadar. Bolamanlı olacaksın, erkek çocuğu olacaksın, futbolu seveceksin ve topun denize kaçmayacak! Bu söz konusu bile değil. Topun denize kaçması aslında yalnızca Bolamanlı çocukların değil, tüm kıyı ve deniz çocuklarının ortak anılarıdır. Anıları diyorum; hala iskele’de, Ahmet Bey Amca’nın yerinde oynadığımız futbol maçlarında denize kaçan plastik kırmızı toplarımızı, sonradan meşin toplarımızı gülümseyerek hatırlarım. Top kışın denize kaçtıysa vay kaçıranın haline! Rüzgâr varsa üstelik de deniz dalgalıysa ne kadar taş atarsak atalım, o topun kıyıya gelmesi oldukça zor olurdu. Ama yazın oynadığımız maçlarda topu almak için mutlaka denize kaçıran kişi denize atlardı. Bu durum önceleri zevkli olur ama sonraları denize giren için (hele de hep aynı kişi ise) tam bir golibicek (Karabatak) durumu söz konusu olurdu. Dal çık, dal çık…
Dediğim gibi futbol oynadığımız saha dağa doğrusu küçük arsa diyelim, küçüklüğümde en popüler yer Ahmet Bey Amcanın harmanı idi. Oradaki maçlarımıza hiç doyum olmazdı. Ama çoğunluğunda maç bitmezdi. Çünkü Ahmet Bey Amca mutlaka elinde bir çubuk ile bizi harmandan kovalardı. Biz de hemen harmanın yanındaki fındık bahçesine kaçıp, fındık ocaklarının arasında kaybolurduk. Takımımız, ben,Bülent Özmen,rahmetli Ferhat Çavuş,Mustafa Coşkun (kaptanımız), Arif Özmen , Ahmet Özmen (Bülent’in Ağabeyi),kalecimiz Yaşar Özcan, Mutlu Uzunlar (Nahiye Müdürünün oğlu) dan oluşuyordu.Tabi takımımız daha sonra çok değişti.
Kumluk dediğimiz bir başka sahamız daha vardı. Şimdiki sağlık ocağının orada yol ile dere arasında kalan kumluk bir yerdi. Orada da topumuz dereye kaçardı. Orada daha çok “Çingene Mahallesi” denilen ama bizim “Cingan Mahallesi” dediğimiz mahalleyle oynardık. Ve yaptığımız maçların büyük bir çoğunluğunda onlara karşı kaybederdik. Maç sonlarında yenen yenilen herkes dereye atlardı.
Denize top kaçardı ya, eğer kıyıya getiremez isek topu rahmetli Ferhat Çavuş şarkıya başlardı. “Elma attım denize, geliyor yüze yüze…” Bir daha geri gelmeyen topların, başka kıyılarda başka çocukların topu olacak diye düşünür sevinirdim. Hatta birkaç defa da başka bir yerden başka çocukların kaçırdığı toplar da bizim kıyıya vurmuştu. Bir gün kaçan toplardan birini İnyanı’ndaki mağaranın içinde görünce ,kaçan her toptan sonra o topu o mağarada bekledik arkadaşlarla… Ama bir gün Fatsa’da bir çocuğun top diye kıyıda bulduğu metal küreyi eline almasıyla o topun patlayıp o çocuğu oracıkta öldürdüğünü duyunca denizden gelen her topun bizim kırmızı top olmadığını anladık. Bu Rusların kullandığı ama konuldukları yerden kurtulup, denizde başıboş kalan mayınlardı. Yani “serseri mayınlar “  O günden sonra kıyı da ne zaman futbol maçı oynasak nedense büyüklerimizin “çocuklar top oynaMAYIN “ sözlerini daha çok duyar olduk.
Sizin hiç topunuz kaçtı mı denize? Kaçmadıysa kaçırın. Şuna emin olun ki başka kıyılardaki çocukların birisi çok sevinecektir. Ama ille de “Kırmızı plastik top”

2 Ocak 2011 Pazar

Deniz Bizi Tutamaz

Taşımıyor artık bizi bu kasaba
Yıllarca taşımış sırtında şu boklu taşı da
Bir biz ağır gelmişiz Şekip
Tası tarağı toplayıp çekip gitmek lazım buralardan
Urumeli mi olur Urus ellerimi yoksa Mısır mı?
Ama  bildiğim sırra kadem basmalı
Duvara “Evde yokuz “ diye de tabela asmalı
Kısacası hayâ kalesinden kaçmalı
Buralardan çekip gitmek lazım Şekip

Bak
Kuşları bile konmuyor bacamıza
Saksılardaki çiçeklerimiz bize küsmüşler
Sokağındaki köpek bile yalnız bize havlıyor
Kedilerinse hiç umurunda değiliz
Horozlar öterken
Kargalara da oyuncak olmadan
Buralardan çekip gitmek lazım Şekip

İpimiz kopmuş bu kasabayla Şekip
Ebemiz sıkı bağlamamış göbeğimizi
Hani sen iyi bilirdin gemici düğümünü
Hayatı koskoca bir ip topağı yapıp dolanıp durmuşuz içinde
Anlayacağın içine etmişiz
Bu yumağı çözemedik…Çözemeyeceğiz
Buralardan çekip gitmek lazım Şekip

Derenin ağzı Yalıköy’e dönmüş
Minareye de karga konmuş
Yine göç var kasabada anlaşılan
Bu kasabanın dilinden anlar mı yeni kiracıları?
Bilirler mi yağ yakacakta tenekede midye nasıl pişirilir?
Çakmak taşı ve  gargalak ile ateş nasıl yakılır?
Buralardan çekip gitmek lazım Şekip


Oysa denize güvenmiştik
Ne de olsa ona açmıştık gözümüzü doğarken
O da dalgasını geçti bizimle Şekip
Bir tutup bir bıraktı elimizi
Bit tutup bir bıraktı
Yakıp durdu yaralarımızı
Tuzsuz dediğimiz Karadeniz
Gitmesine gideceğiz ama…
Ama
Hala cebimizde kumu var
Dizimizde kayaların yarası
Ayaklarımızda Galezyan midyelerinin kesiği
Buralardan çekip gitmek lazım Şekip

Deniz bizi tutamaz
Deniz bizi tutamaz
Deniz bizi tutamaz

1 Ocak 2011 Cumartesi

Bolaman Eşkiyaları


Gönül isterdi ki bu yazıda eşkiyalıktan değil de aşk’tan bahsedelim. Yazının başlığı da“Bolaman Aşkiyaları” olsun .Yazan ise Bolamanlı Aşkiya …

Karadeniz bölgesinde, özellikle geçen yüzyılın sonlarında yaşamış çok sayıda eşkıya vardır. Bunların çoğu hakkında destanlar yazılmış, türküler yakılmıştır. Zaten bu eşkiyaların çoğunu biliyoruz. İşte size birkaç örnek; Hekimoğlu, Sandıkçı Şükrü, Micanoğlu, Şişmanoğlu, Soytaroğlu v.s. Bu eşkiyaların eşkiyalık sebeplerini incelediğimizde genel olarak “kan davası”dır. Adını saydığımız ünlü eşkiyaların çoğunluğu bu yüzden dağlara çıkmışlardır. Zamanla da her toplumda olduğu gibi halkın sempatisini kazanmışlardır. Eşkiyalık, devlet otoritesinin zayıfladığı dönemlerde yaygınlaşır, yine bu isimlerini saydığımız eşkiyaların yaşadığı devire bakacak olursak Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmaya başladığı döneme rastladığını görürüz.

         Ama tarihimizde “Suhte İsyanları” dediğimiz bir isyan vardır ki bu isyan hemen hemen tüm Osmanlı topraklarında etkisini göstermiştir. Ve bu isyan ateşinden düşen bir parçada bölgemizde etkili olmuştur.“Suhte İsyanı” adıyla adlandırdığımız isyan, yukarıda bahsettiğimiz kan davasından değil, ekonomik krizin görüldüğü ve halkın çok yoksul düştüğü bir dönemde ortaya çıkmıştır. Suhte ya da Softa’nın kelime anlamı Osmanlı’da medrese öğrencilerine verilen isimdir. Bu durumda bu isyanın bu öğrenciler tarafından çıkarıldığını bilmek pek zor olmasa gerek! Osmanlı’da toplumsal hiyerarşinin üst kısmında devlet bürokratları ve askeri sınıflar vardı. Köylülerin ana görevi ise üretim ve vergi ödeme olduğu için tımar alamaz, şehirlerde bile yaşayamazlardı. Köylülerinde bu hiyerarşide yer alabilmelerinin tek yolu da dini kurumlara girmekti.16.yüzyılın sonları,17.yüzyılın başlangıç yılları boyunca köylüler özelliklede işsiz köylüler topraklarını terk ederek, suhte olmak için medreselere koştular. Bu insanlar mezun olunca çok azı iş buluyordu.(sanki günümüzü anlatıyor, açılan onlarca üniversite !) Bundan dolayı da gençler otoriteye karşı kızgınlık duymaya başlıyorlar. Gruplar oluşturarak kırsal bölgelerde dolaşmaya başlıyorlar. İşi köylülerden para istemeye, hasatlarını mahvetmeye, tecavüzlere ve yağmalamaya kadar vardırdılar. Suhteler, eşkiyalıklarını Yeşilırmak Havzası’ndan, Batı Anadolu’nun kırsal kesimlerine kadar özellikle de Aydın, Manisa, Menteşe, Kastamonu ve Bolu bölgelerinde sürdürdüler.1613 yılında bu büyük isyan durduruldu. Gelelim Suhte İsyanları ile Bolaman’ın ilgisine.1601 yılına ait bir Osmanlı belgesinde Bolaman Kazası’nda ki Suhte Eşkiyaları hakkında gerekenlerin yapılmasına dair hüküm vardır. Başka kaynaklara göre de yine eşkiyaların bu bölgede köylere, yaptıkları yağmalama yanında, yine işbirliği yaptıkları çingenelerin kadınlarını kullanarak köy delikanlılarını kendi çetelerine katılımını sağlıyorlardı. İsyan bastırılınca suhteler dağılarak daha sonra ikili, üçlü küçük gruplar halinde daha çapulcu denilen etkisiz dağ eşkiyalarına katılırlar.Böylece uzun yıllar sürmüş olan isyanda eski gücünü yitirirek sona erer.
         Yazının başında saydığım Karadenizli meşhur eşkiyalardan Soytaroğlu’nun hikâyesine kısa bir göz atalım: Soytaroğlu İsmail, Perşembelidir. Askerden kaçarak köyüne gelir. Bir gün arkadaşı İsa ile bir düğüne gider. Düğün evine yaklaşınca belinden tabancasını çıkararak havaya ateş eder. Bu bir adettir, misafir düğün evine yaklaşınca havaya ateş eder düğün sahibi de misafiri karşılamak için davulcu ve zurnacıyı yollar. Soytaroğlu ateş etmesine etmiştir ama ne gelen vardır ne de giden!?.. Bunun üzerine düğün sahibine “biz adam değil miyiz ?” diyerek orada huzursuzluk çıkartır. Yine düğünde eğlenen Gürcü Necip ile atışır. Araya girenler vasıtasıyla olay geçicide olsa kapatılır. Ama düğün dönüşü Soytaroğlu ve arkadaşına pusu kurulur. Arkadaşı orada ölür. Soytaroğlu ise kaçarak o günden sonra dağları mesken edinir. Bu bilgileri bulduğumuz kaynak’ta Bolaman ile kısım aynen şöyledir;
”… Soytaroğlu  Bolaman’da Pasaloğlu adında arkalı, nüfuzlu, cesur bir adam vardır. Soytaroğlu, bu adama gidip, ona sığınıyor. Bir sene meydana çıkmıyor Soytaroğlu … Bu sıralarda Bolaman’da bazı arkadaşlar da ediniyor…”  Bu satırların devamında Soytaroğlu’nun Bolaman’dan birçok arkadaş edindiğini, hatta bunlarla beraber yol kesiyor, pusu kuruyor, adam kaçırıyor ve cinayetler işliyor. Bunların kimler olduğunu şimdilik bilmiyoruz! Soytaroğlu, bu dostunun yanından ayrıldıktan sonra öç alma işlemine başlıyor. Ardından kendine düşman bildiklerini, çetesiyle beraber öldürmeye başlıyor. Düşmanları âlemde iken onlara pusu kuruyorlar ve onları eğlenceden alıp dağa kaçırıp orada öldürüyorlar. Ve bu pusuda öldürdüğü kişilerden Gürcü Kamil için türkü yakılır. Bu türkünün sözleri aşağıdadır. Soytaroğlu’nun namı dört bir tarafa yayılır. O sırada dağlarda gezen asker kaçakları da çeteye katılır. Böylece çete elli, altmış kişi olur. Bir başka ilginç bilgide şöyledir. Soytaroğlu ve çetesi kurtuluş savaşında Kuva-yı Milliye saflarına katılarak. Samsun’da ki Rum çetelerine karşı büyük mücadele veriyor. Ve bu mücadelesinden de galip çıkıyor. Ama dönüşte yine eşkiyalığa devam ediyor. Bu sefer soygunlar yapmaya başlıyor. Ve peşlerine asker takılıyor. Sonunda yaylada askerler tarafından ele geçirilip öldürülüyor. Soytaroğlu’nun hikâyesi kısaca böyle.

 “Kapancızade Hamit Bey’in anılarında Soytaroğlu olayına bir başka pencereden bakabiliriz. Canik Mutasarrıfı olarak,bölgemizde memurluk yapan Hamit Bey,çeşitli yerlerde valilik yapmış bir kişi olmasının yanında bu görevleri milli mücadele yıllarına rastladığını özellikle belirtmek isterim.Hamit Bey,Canik Mutasarrıfı iken Fatsa kazasından çok şikayet alıyor.Adliye müfettişi Kenan Bey’le beraber 6 Ekim  1919 yılında bu şikayetleri yerinde incelemek için Fatsa’ya gidiyorlar.Buradaki vatandaşları dinlediklerinde,kendi söylemiyle ;”bu kaza halkının yurdun en bedbaht ve en mağdur kişileri olduğunu  ve burada bütün köyler dört zalim zorbanın esiridir”.Ve devam ediyor; “Defterimi kirletmemek için isimlerini yazmak istemediğim bu zorbaların cinayetlerini yazmak için birkaç eser yetmez”.Soruşturmaya devam etmek için bilgi almaya çağırdıkları kişiler,korkularından bir şey söyleyemezler.Hal böyle olunca iş başa düşer,Hamit Bey ve Kenan Bey köylere çıkar.Köylülerle yaptığı konuşmalarda köylünün haraç,tecavüzler ve zulüm karşısında çok perişan bir halde olduklarını görürler.İnsanlıkları resmi kişiliklerinin önüne geçer ve gözyaşlarını tutamazlar.Raporlarını yazmak için Fatsa’ya dönerler.Bundan sonraki olayları Hamit Bey’in kendi kaleminden okuyalım.”..Fatsa’ya iki saat mesafedeki aynı  ve Meşebükü
Köyü’nün ve Bolaman Bucağı’nın ,Kabakdağı Köyü’nden bazı eşkıyalar tarafından soyulmakta olduğu haberi geldi.Mevcut jandarmaları ve merkezden getirdiğim efradı köylere dağıtmış olduğum için kazada hiç kimse kalmamıştı.Fakat tecavüze karşı eli bağlı kalmak onurumuza uygun düşmezdi.Buna karşı hareketsiz kalmak Fatsa’daki bütün icraatı hiçe indirebilirdi.Onun için emir erimi gönderip hapisanedeki üç nefer muhafızı alıp kapıyı kilitledim ve çarşıdan tedarik eylediğimiz hayvanlara binip tam süratle köye yollandık.Bolaman Deresi’nde Meşebükü’nü soyan ve adedi hemen otuza varan haydutlarla karşı karşıya geldik.Hayvanlara yükledikleri gasp edilmiş malları beraberlerindeydi.Dere kenarında derhal müsademe başladı.Bizim hapisane muhafızlarının ilk işi kaçmak oldu.Çarpışma meydanı,sadakat ve cesaretine pek emin olduğum emir erim Osman ile bana kaldı.İkibuçuk saat eden mücadeleden sonra heriflerin ellerinden dört hayvan yükünden ibaret olan eşyayı aldık ve tecavüzlerini pahalıya mal ederek döndük. Eşkiyanın orada birkaç ölü bıraktığı sonradan öğrenilmişse de ,adedini anlayamadık.Çünkü bizim ne adedimiz ne de mevziimiz dereyi atlayarak karşı dağlara sapmış olan haydutları takibe müsait değildi
Bir hafta geçmeden zalimler, cürümlerin mahiyeti cinayet nevinden bulunduğu halde, tahkikata tutuksuz olarak devam olunmak üzere salıverildiler. Memlekette adaletsizlik, fukaranın sahipsizliği bütün açıklığı ile bir kere daha belli oldu. Uzun yazışmalar sonucunda itham heyeti üyelerini azletmek mümkün olduysa da yapılan fenalığın tamiri mümkün olamadı. Haydutların salıverilmesi üzerine köyde mazlumlara karşı yaptığımız vaatler, verilen teminatlar boşa çıktı. Her zaman ve her yerde korunan zalimlere boyun eğmekten başka çare olmadığı kanaati köylü üzerinde bir kere daha anlaşıldı… (Nerdeyse yüzyıl geçmiş hala değişen bir şey yok!)  Olayların cereyan ettiği yıllara bakarsak, elimizde tam deliler olmasa da, Hamit Bey’in bahsettiği eşkıya ve çetenin Soytaroğlu’nun çetesi olma olasılığı oldukça yüksektir. Bu satıra kadar tarihte bölgemizde cereyan eden isyanlara, eşkiyalara, şöyle bir göz attık. Ama arşivlerde ve şu ana kadar inceleyemediğimiz bir dolu kaynakta bu konu ile ilgili oldukça fazla bilgi olduğunu biliyoruz. Bu bilgiler elimize geçtikçe ve bilgi dağarcığımıza girdikçe sizinle paylaşacağız. Gelin yazıyı bir horon oynayarak bitirelim. Gülmeyin henüz daha aklımı oynatmadım. Hem de bu yöremizde oynanan bir horon;”Eşkıya Horon”u.  Unuttum “Eşkıya Horon”unun bir adı daha var, ister inanın ister inanmayın, sıkı durun söylüyorum; “Bolaman Horon”u





Mutasarrıf: Tanzimattan sonra yönetim bölümlerinde il-ilçe arasındaki bölümün idare memuru



                                                                               
Kaynaklar

Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası……………Mustafa Akdağ…….YKB Yayınları

Kapancızade Hamit Bey………………………………Halit Eken…..Yeditepe Yayınları

Doğu Karadeniz Bölgesi Eşkıya ve Kabadayıları……..Yaşar Küçük…….Serander Yayıncılık

30 Aralık 2010 Perşembe

Bendeki Yerler-1


Sıdıka Hanım’ın Bahçesi

Çoluk çocuk tüm arkadaşlar ile en çok ta misket oynadığımız yer.Şimdi gene misket oynanıyor.Hem de Ankara havası ile…

Kaymakamın Yeri

Rahmetli Kaymak Amcanın yeri benim için tam anlamıyla şöyle; Daha kaynatılmamış süt gibi girilip kaymak gibi çıkılan yer.

Cemil’in Kahvesi

 Domino taşları seslerinin yola taştığı yer

Vahittin Dayı’nın Kahvesi

Tüm akrabalarımın olduğu yer. Babamı arama bahanesi ile yerdeki yarım sigara ve filtereleri toplayıp eski konağın önündeki taşların arasında onları arkadaşlarla terletmek.

Turan Bey Amcanın Kırtasiye Dükkânı
Okul’a başlama heyecanı, defterler, renk renk kalemler

Mecit Aga’nın Dükkânı

Kırmızı helva, leblebi tozu (O tozu garip öldüren çeşmesindeki su ile karıştırdık nedense?) çocukluk işte

Cemal Abi’nin Dükkânı

Gazete, gazete, gazete… Sabah gazete arabası hiç durmadan gazeteyi atardı yolun kenarına. En büyük heyecanlarımızdan biri idi Rahmetli cemal Abi ile gazete paketini açmak.

Ahmet Bey Amca’nın Bahçesi

Bizim İstanbul Dolmabahçe stadımız. Ama hiçbir maç sona ermezdi. Çünkü sonuna doğru rahmetli Ahmet Bey Amca uzaktan elinde çubuk ile görülür. Biz futbolcular doğru fındık bahçesine kaçardı. Böylece maç Ahmet Bey Amca Federasyonu tarafından tatil edilirdi. Nur içinde yatsın.